İlk Anayasamız olan ve meşrutiyetin eseri olarak kabul edilen 1876 Anayasası, Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Beyannameleri’nin Batı’da açtığı modern anayasa hukuku gelişimine, çok geçmeden Osmanlı Devleti’nin de katılışının ilk vesikasıdır25. Bu ilk Anayasa’dan sonra Ankara’da kurulan T.B.M.M.’nin ürünü olan ikinci bir Anayasa 1921 yılında kabul edilmiştir. Yoğun bir görüşme sürecinden sonra 20 Ocak 1921’de Meclisin kabulünü alan Anayasa, hem önceki Kanûn-i Esasî’ye, hem de yabancı ülke anayasalarına oranla oldukça kısa ve özlüydü. Bu temel hukukî, metin 23 madde ve bir tek maddeyi içeren iki kısma ayrılmıştır. “Mevâd-i Esasiye” denilen ilk kısımda temel hükümler belirtilmiştir. “İdare” başlığını taşıyan ikinci kısım ise yönetim kademeleri, il meclisleri, genel müttefiklik bölgeleri gibi ülke taşra yönetimine ilişkin konulara ayrılmıştır.
1921 Anayasası, Giritli’nin de26 belirttiği gibi il ve nahiyelerin tüzel kişiliği benimsenmiş üyeleri doğrudan doğruya halk tarafından seçilen il meclislerine geniş çapta yönetsel özerklik vermiş, bundan da öte nahiye meclislerine yargısal yetkiler devretmiştir. Ayrıca, iller toplumsal ve ekonomik ilişkileri itibariyle birleştirilerek “Genel Müttefiklik Mıntıkaları” kurulmuştur. Yeni olan bu uygulamaya belli bir dönem sonra son verilmiştir. Yine bu anayasa ile sancak kademesi kaldırılmıştır. Nahiyeyi özerk bir kişiliğe kavuşturan ve mülkî yönetimin bir parçası olmaktan çıkarmak isteyen hüküm ise yürürlüğe girememişti27.
1921 Anayasası’nda “adem-i merkeziyet” geniş kapsamlı bir biçimde ele alınmış, yerel yönetimlerin muhtariyeti ve yerel görevlerin aslîliği kabul edilmiştir. Ancak Anayasa’da üzerinde durulan adem-i merkeziyet ilkesi uygulamaya konamamıştır28. Aslında Türk Kamu Yönetimin yasal gelişimi açısından oldukça ilginç özellikler taşıyan bu Anayasa, hem yönetsel yapı hakkında öngördüğü, hem de bununla ilgili mecliste dile getirilen görüşler yönüyle Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle29 ibret verici nitelikler taşımaktadır. Aynı yazar (1995: 141), 1921 Anayasası’nın “Türk anayasa tarihinin, yerel yönetimlere ve yerinden yönetim ilkesine en fazla ağırlık vermiş olan anayasası” olduğunu belirtirken, söz konusu Anayasa’nın öngördüğü ölçüde bir yerinden yönetimin bugün bile Türkiye’de gerçekleşmediğini öne sürmektedir.