|Refleks|-Oyun,Tasarım,Film,Program,Tek link,İndir
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

|Refleks|-Oyun,Tasarım,Film,Program,Tek link,İndir


 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
serezo
Yönetici
Yönetici
serezo


Ruh Hali : Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari Defaul10
Mesaj Sayısı : 952
Rep Puanı : 13393
Teşekkür Aldı : 0
Kayıt tarihi : 29/10/09
Nerden Nerden : Kocaeli/Gebze
İş/Hobiler İş/Hobiler : MEsaj atmak :D
Lakap Lakap : Sezo

Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari Empty
MesajKonu: Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari   Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari EmptyCuma Kas. 13, 2009 1:52 am

ERKEN OSMANLI MİMARİSİ
(Başlangıcından Fatih Dönemi Sonuna Kadar)

Osmanlı mimarisinin erken döneminden günümüze gelen yapıların çoğu dini
mimariye bağlıdır. Dönem üsluplarını ve plan gelişmesini kesintisiz
inceleyebileceğimiz başlıca yapı grubu ise camilerdir. Camileri plan ve
işlevlerine göre gruplara ayırmak da tanıtımı kolaylaştırıcı olacaktır.
Tek kubbeli camilerin ilk örneklerini Anadolu Selçuklularının
mescitlerinde bulunuyoruz. Osmanlılar bu tipi geliştirmiş ve anıtsal
sayılabilecek örneklerini vermişlerdir. Tarihi belli en eski Osmanlı
camii, tek kubbeli bir yapı olan ve 1333 yılına tarihlenen ıznik’teki
Hacı Özbek Camii’dir. Tek kubbeli kare bir mekan ve bunun önünde yer
alan kubbeli son cemaat yeri ile “Tek kubbeli cami” tipinin
karakteristik bir örneği olan yapı, dönemin özelliklerinin bir çoğunu
bünyesinde taşır. Taş ve tuğla dizilerinden oluşan duvar, kiremit
örtülü kubbe bu özelliklerdendir. İznik’teki Yeşil Cami ise tek kubbeli
camilerin degişik bir yorumu olarak karişmiza çikmaktadir. Mekan,
kubbeli kare bölümün giriş yönüne eklenen bir kisimla ana eksen
üzerinde uzatilmiştir. Bu durum, enine gelişen ideal cami mekani
düşüncesine aykiri bir uygulamadir. Zaten sonraki örnekler üstünde de
bir etkisi görülmez. Yeşil Cami, erken Osmanlı döneminde mimarı bilinen
az sayıdaki yapılardan biridir. Cami adını yeşil renkli çinilerle kaplı
minaresinden almaktadır. Yapının orijinal süslemesini içinde ve dışında
yer alan mermer işçiliği oluşturur. Birbirinin tam eşi olmayan sütun
başlıkları ve son cemaat yerindeki korkuluk levhalarının yanında,
Osmanlı döneminden bilinen en eski mermer mihrap da bu süsleme arasında
yer almaktadır.
Erken Osmanlı döneminin önemli bir yapı grubu da “Zaviyeli Camiler”dir.
Bu gruptaki yapıların planı, ana eksen üzerinde yer alan kapalı bir
avlu durumundaki merkezi mekan ve çevresindeki üç eyvandan oluşur.
Osmanlı mimarisinde bütün mekanları kubbe ile örtmek eğilimi
kuvvetlidir. Zaviyeli yapılarda da eyvan düşüncesinden gelişen
bölümlerin çoğu kubbe ile kaplıdır. Bu plan, Türk mimarisinin çok daha
önceleri geliştirdiği “dört eyvanlı yapı” tipinin değişmesiyle ortaya
çıkmıştır. Tuğla ve taş dizilerinden oluşan duvar tekniği bu dönem için
karakteristiktir. Sütun başlıkları ise mukarnaslı klasik dönem
başlıklarının öncülerinden sayılabilir. Kıble eyvanının tonozlu oluşu
da yine tipik örneklere göre farklı bir özelliktir. Bu durum, zaviyeli
camilerin dört eyvanlı plandan geliştiğini açıkça gösterir. İki katlı
cephe, 14. yüzyılda Akdeniz bölgesinin çeşitli yörelerinde uygulanan
bir cephe düzenini yansıtmakta, bu düzen içinde ikiz pencereler hemen
dikkati çekmektedir. Bu yapıda da tuğla ve taş dizileri birlikte
kullanılmış, bu malzeme yardımı ile yer yer geometrik süsleme elde
edilmiştir. Bursa’da, Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı bir yapı olan
Yıldırım Camii de zaviyeli tiptedir. Cami, medrese ve darüşıifa ile
birlikte bir külliye oluşturmaktadır. 1400 yılına ait olan yapıda
Bursa’daki daha eski yapılardan farklı bir biçimde cephe tümüyle taştan
yapılmıştır. Taş malzeme Bursa’ya çevreden getiriliyordu. Bu nedenle
maliyeti yüksek olan bu malzeme, ancak Yıldırım Bayezid döneminde
devletin güç kazanmasına paralel olarak önemli yapılarda kullanılmaya
başlanmıştır. Yapının dış süslemesinde taş, özellikle de mermer
egemendir. “Mukarnas” adını verdiğimiz eleman dekoratif amaçla çok sık
kullanılmıştır. ıç süslemede ise yan odalarda bulunan alçı işleri
dikkati çekmektedir. Bu süsleme ile caminin yan mekanlarında, adeta
dönemin Türk evinin bir odası canlandırılmak istenmiştir. Bursa’da
Çelebi Sultan Mehmed’in yaptırdığı Yeşil Cami de aynı tipin önemli
örneklerinden biridir. Yapının ana ekseni üstünde kubbe ile örtülü iki
bölüm, yanlarda eyvanlar, ayrıca her yanda ikişer oda bulunmaktadır.
Odalar orta mekandan ayrılmış bölümler halindedir. Yapının cephesinde
bir son cemaat yerinin düşünüldüğünü gösteren izler bulunmaktadır.
Ancak bu bölüm hiçbir zaman yapılmamıştır. Giriş cephesi taş süslemesi
ile dikkati çekmekte, alınlıklarda, pencere ve portal çevresinde çok
kaliteli mermer kabartmalar yer almaktadır. Ayrıca iki yandaki küçük
mihraplar da aynı süsleme özelliğini göstermektedir. Bütün bu
süslemelere rumi motifleri egemendir. Portal yapıdaki taş süslemenin
yoğunlaştığı bölümdür. Bu kapının oldukça yüzeysel mermer kabartmalarla
kontrast oluşturan zengin mukarnaslı kavsarası, dönemin en görkemli
portallerinden biridir. Caminin içinde bir mekan birliğinden söz
edilemez. Mihrap Osmanlı çini sanatının seçkin ürünlerindendir. Renkli
sır tekniğindeki çiniler yapının başlıca iç süslemesini oluştururlar.
Girişin üstünde ise bir loca görünümündeki hünkar mahfili yer
almaktadır. Bu bölüm de renkli sır tekniğinde, kısmen kabartma
çinilerle kaplıdır. Geometrik, yıldızlı desenin ayrıntılarında küçük
çiçekli ve rumili motifler kullanılmıştır. Yeşil Külliye’nin en
tanınmış yapısı ise kuşkusuz Yeşil Türbe’dir. Sekizgen planlı ve
kubbeli tipik bir Osmanlı türbesi biçimindeki yapı, Çelebi Sultan
Mehmed için yapılmıştır. Portal süslemesi de renkli sır tekniğindeki
çinilerdendir. Çiniler türbenin iç süslemesine de egemendir. Osmanlı
çini mihrapları içinde en görkemlilerinden biri bu yapıdadır. Çelebi
Sultan Mehmed’in çini lahdi de renkli sır tekniğinin başarılı
örneklerinden sayılmaktadır.
Osmanlı mimarisinde karışmıza çıkan bir başka cami tipi çok kubbeli
“Ulu cami”dir. Bu plan tipi Selçuklu döneminden tanıdığımız ahşap
direkli camilerden gelişmiş bir mimari formdur. Osmanlılarda bütün
mekanları kubbe ile örtmek eğilimi kuvvetli olduğundan, bu tipteki
yapıların her bir bölümü de kubbe ile kaplanmıştır. Ancak kimi
örneklerde bölümlerden bazısının tonozlu olduğu görülür. Bursa Ulu
Camii de 20 kubbesi ile bu tipin anıtsal bir örneğidir. Ana eksen
üstündeki dört kubbe ötekilerden daha yüksek tutularak eksen iyice
belirtilmiştir. Ana eksendeki kubbelerden birinin üzeri aydınlık feneri
ile örtülmüş, bunun tam altına da şadırvan konularak, adeta avlu
düşüncesi yaşatılmaya çalışılmıştır. Edirne’deki Eski Cami de, Ulu cami
tipinin önemli örneklerinden biridir. Bu yapıda kubbe sayısı dokuzdur.
Orta eksendeki kubbeler bu camide de belirtilmiştir. Bu özellik,
kubbeye geçiş elemanlarının her birimde farklı olması ile sağlanmıştır.

Osmanlı mimarisinde klasik dönemi hazırlayan yapılar içinde Edirne’deki
Üç şerefeli Camii’nin önemli bir yeri vardır. Dikdörtgen bir planın
ortasında altı dayanağa oturan büyük bir kubbe yer almış, mekan ayrıca
iki yanda daha küçük kubbelerle örtülü ikişer bölümle genişletilmiştir.
Bu yolla enine gelişen ideal cami planına yaklaşılmıştır. Tek kubbenin
altında toplanan mekan, caminin büyük bir kısmını kapsamaktadır. Öteki
bölümler ise kaybedilmiş mekanlar sayılabilir. Bu plan tipi ilerki
yıllarda da birçok kez kullanılmıştır. Minarelerin avlunun dört
köşesine yerleştirilmesi de ilk kez bu yapıda uygulanmıştır. Caminin
portalinde ise öteki yerlere oranla daha yoğun bir taş süsleme
bulunmaktadır. ıki kemer içinde mukarnas kavsaranın yer aldığı kapıda
en ilginç süsleme yapı kitabesidir. Girift bir istif içindeki bu kitabe
süsleme sanatı açısından özel bir anlam taşımaktadır.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı sanatına yeni bir canlılık gelmiştir.
Rumeli Hisarı adeta fethi simgeleyen bir yapıdır. İstanbul’un fethine
son hazırlık olarak yaptırılan yapı, Anadolu Hisarı ile birlikte boğazı
koruyan en önemli askeri tesis olmuştur. İstanbul’da fetihden sonra
Osmanlıların yaptırdığı ilk önemli dini yapı grubu, Fatih
Külliyesi’dir. Fatih Sultan Mehmet’in veziri Mahmud Paşa’nın
İstanbul’da yaptırdığı cami, zaviyeli cami tipinin geç örneklerinden
biridir. 1463 tarihli yapı oldukça dağınık bir plana sahiptir. Mekan
birliğinden hiçbir biçimde söz edilemez. Süslemesi ise yok denecek
kadar azdır. Buna karışlık, caminin hemen yanında Mahmud Paşa
Türbesi’nin süslemesi çok ilginçtir. Sekizgen planlı ve kubbeli
türbenin dış cephesi, taş içine kakma lacivert ve firuze renkli
çinilerden geometrik bir süslemeye sahiptir. Ancak Osmanlılar bu
tekniği ilerki yıllarda kullanmamışlardır. İstanbul’daki 1471 tarihli
Murad Paşa Camii de zaviyeli tipe girer. Yalin planli bu yapi,
duvarlarindaki taş ve tugla dizileri ile erken dönem Bursa camilerini
andirmaktadir.
İstanbul’un Osmanlı devletinin başkenti oluşunu simgeleyen yapılardan
biri, hiç kuşku yok ki Topkapı Sarayı’dır. İstanbul’un fetihden sonra
Beyazıt’ta, bugünkü Üniversite alanı içinde yapılan ilk Osmanlı
sarayından günümüze hiçbir şey gelmemiştir. Oysa Topkapı Sarayı, Fatih
çağından Abdülmecid zamanına kadar çeşitli eklerle genişletildiğinden,
Osmanlı sanatının hemen bütün dönemlerini içeren bir yapılar
topluluğudur. Topkapı Sarayı’nda Fatih döneminden kalan önemli bölümler
arasında Çinili Köşk ilk akla gelendir. Dört eyvanlı planı ile Türk
mimarisinin tipik bir yapısıdır. Gerek dış cephesinde gerekse iç
süslemesinde zengin çini örnekler vardır. Bu yapıda Selçuklu döneminden
beri uygulanan mozaik çini tekniğinin son örnekleri bulunmaktadır.
Giriş eyvanının tamamı çini ve sırlı tuğlalarla süslüdür. Yapıdaki
geometrik süslemenin yanı sıra yazı da dekoratif amaçla kullanılmıştır.
Çinili Köşk, Osmanlı sanatında çininin dış süsleme olarak kullanıldığı
önemli bir örnektir. Daha sonraki dönemler incelendiğinde çinin dış
süsleme olarak kullanılması olayına pek fazla rağbet edilmediği görülür.


KLASİK DÖNEM OSMANLI MİMARİSİ

İkinci Bayezid döneminden 16. yüzyılın sonuna kadar olan süre, Osmanlı
mimarisinin “Klasik Dönemi” olarak adlandırılır. Osmanlı devleti, Fatih
Sultan Mehmed’le birlikte imparatorluk niteliği kazanmıştır. Erken
dönemde de külliye sayısı hayli çok olmakla birlikte kent planlamasına
pek büyük katkıları yoktu. İstanbul’un başkent olmasiyla başlayan
dönemin bir ürünü olan Fatih Külliyesi, gerek büyüklügü gerek
planlamasindaki düzenliligi, gerekse kentin dini ve kültürel merkezi
oluşu ile Osmanli mimarisinde bir çigir açmiştir. Daha sonra II.
Bayezid’in Edirne, Amasya ve İstanbul’da yaptırdığı külliyeler, bu
kentlerin Osmanlı kimliği kazanmasında önemli rol oynamışlardır.
Edirne’deki 1488 tarihli Bayezid Külliyesi mimar Hayreddin’in eseridir.
Külliyesinin merkezinde tek kubbeli tipin anıtsal bir örneği olan cami
yer alır. Darüşıifa ve tıp medresesi ise öteki önemli birimlerdir.
Caminin portali cepheye hakim durumdadır. Mukarnaslı kavsaranın altında
ise kitabe kuşağı yer alır. Edirne Bayezid Camii oldukça yalın bir
görünüşe sahiptir. Kubbeye geçişi sağlayan bir eleman olan
pandantiflerin çok aşağılara kadar inmesi, aslında yüksek olan iç
mekanda basık bir etki yaratmıştır. Caminin içinde de fazla süsleme
yoktur. Ancak, kapı ve pencere kanatları dönemin seçkin ürünleridir ve
ahşap işçiliğinin üstün kalitesini yansıtırlar. Darüşıifa ise
külliyenin önemli birimlerinden biridir. Altıgen planlı ana mekanda
huzur verici bir atmosfer vardır. Bu bölüm akıl ve sinir hastalarının
toplu tedavisi için kullanılıyordu. Burada müzikle tedavi uygulandığı
bilinir. Avlunun çevresinde ise hasta ve hekimler için odalar yer
almaktadır. Hemen yanında da tıp medresesi bulunur. İstanbul’daki II.
Bayezid Külliyesi de mimar Hayreddin’in eseridir. 1501 tarihli külliye,
kentin geçirdiği değişikliklerden etkilenerek meydanın çeşitli
köşelerinde dağınık yapılar olarak kalmıştır. Cami, medrese,
kervansaray, türbeler ve sübyan mektebi gibi birimlerin birbiri ile
bağıntısını anlamak, bugün için bir hayli güçtür. Bayezid Camii’nde
ortadaki büyük kubbe, ana eksen üzerindeki iki yarım kubbe ile
desteklenmiştir. Bu plan, daha önce İstanbul’daki Ayasofya’da da
uygulanmıştır. Ancak burada artık merkezi bir mekan anlayışı söz
konusudur. Mimar Sinan daha sonra bu plan şemasını Süleymaniye Camii
gibi çok önemli bir yapıda da kullanmıştır. 15. yüzyıldan bu yana
görülen şadırvanlı, revaklı iç avlu, bu dönemden başlayarak büyük
camilerin standart bir elemanı olarak karışmıza çıkmaktadır. Bu tür
avlularda genellikle son cemaat yerindekiler daha yüksek olmak kaydıyla
sütunlara oturan kubbe ile örtülü revaklar yer alır. Hemen dikkati
çeken eleman ise camiye girişi sağlayan ve artık klasik biçimini almış
olan taç kapıdır. Genellikle basık kemerli kapının yukarısında
mukarnaslı bir kavsara yer alır. Bu asıl portalin yanı sıra avluya üç
taraftan girişi sağlayan taç kapılar da vardır. Bu kapılarda ise renkli
taş kakma süsleme hakimdir. II. Bayezid döneminde, sultanın yanı sıra
devlet ileri gelenleri de camiler yaptırmıştır. Ancak bunların
sultanların yaptırdığı ve “Selatin” adı verilen camilerden belli
farkları vardır. O kadar büyük boyutta olmadıkları gibi minarelerinin
sayısı da biri geçmez. Bu tür camilerden biri de Sultanahmet
yakınındaki Firuz Ağa Camii’dir. 1491 tarihli yapı, tek kubbeli namaz
mekanı ve üç gözlü, kubbeli son cemaat yeri ile tek kubbeli camilerin
tipik bir örneğidir. İstanbul’da Çemberlitaş’ın hemen yanındaki Atik
Ali Paşa Camii ise plan açısından ilginçtir. Bu yapının planı bir
bakıma Edirne’deki Üç şerefeli Cami’nin planına benzer. Ortada kubbeli
büyük bir mekan, yanlarda ikişer kubbe ile örtülü bölümler yer
almaktadır. Böylece enine gelişim gösteren bir dikdörtgen
oluşturulmuştur. Kubbeyi dört desteğin taşıması ve mihrap önündeki
yarım kubbe ile örtülü bölüm, yapının Üç şerefeli Cami’den ayrılan
yanlarıdır. 16. yüzyılın ilk yarısında İstanbul-Bağdad yolu üzerinde,
ordunun bir günlük yürüyüş sonunda dinlendiği yerlerde “Menzil
Külliyeleri” yapılıyordu. Bunlardan biri de İstanbul’dan sonra ilk
menzil olan Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir. 1522’de
yapımına başlayan külliye çevresinde bir kentleşmeyi doğurmuştur.
Yapının Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülür. Ama böyle erken bir
tarihte henüz bu çaptaki eserleri görülmediği için ancak
tamamlanmasında bir süre çalışmış olabilir. Külliyenin tek kubbeli
camii ise daha çok Memlük tarzındaki taş süslemesi ile dikkati çeker.
Bu malzemenin Mısır’dan getirildiği ileri sürülür. Gerek içeride
gerekse dışarıda kakma taş tekniğinde geometrik süslemeler yer
almaktadır. İstanbul’daki Sultan Selim Külliyesi, Osmanlı mimarisinin
klasik dönemdeki gelişimini gösteren örneklerden biridir. Külliyenin
merkezini oluşturan cami, büyük kubbesi ile tek kubbeli tipin anıtsal
bir örneğidir. Bir tür misafirhane denilebilecek bu bölümler, eski
dönemlerin zaviyeli camilerindeki yan mekanların yerini tutmaktadır.
Burada ise bu yan bölümler, dört eyvan ve köşe odalarıyla başlıbaşına
birer mimari niteliğindedir. Portalin çevresinde yoğun taş süsleme
bulunmaktadır. Burada mukarnaslı kavsaranın yanı sıra yüzeysel
kabartmalarla süslü duvar payesi, niş, sütunçe gibi mimari süsleme
elemanları karışımıza çıkar. Yapının tümü küfeki taşından olmakla
birlikte süslemenin yoğunlaştığı yerlerde beyaz Marmara mermeri
kullanılmıştır. Portal bu hali ile klasik Osmanlı taç kapısı konusunda
genel ilkelerin yerleşmeye başladığı dönemin bir ürünü olarak
nitelenebilir. Yapının avlusu da revağı ve şadırvanı ile klasik
avlulara bir örnektir. Avluya bakan pencere alınlıklarında yer alan
renkli sır tekniğindeki çiniler bu türün güzel örnekleri arasındadır.
Çinilerin desenleri birbirinin eşi olmakla birlikte renkleri farklıdır.
Bu çinilerden rumi ve palmet denilen klasik motiflerin yanında bitkisel
süslemeye de yer verilmiştir. Caminin hemen arkasında yer alan Yavuz
Sultan Selim’in Türbesi ise sekizgen planı ve kubbesi ile tipik bir
Osmanlı türbesidir. Girişin iki yanındaki çini panolar adeta birer
seccade gibidir. Bunlar, dönemin renkli sır tekniğinin en seçkin
örnekleridir. Aynı yerdeki ikinci bir türbe ise “şehzadeler Türbesi”
olarak bilinir. Bu türbede başka bir yerde benzeri görülmeyen taş içine
kakma altigen çini panolar yer alir.
Osmanli mimarisinin klasik çagi “Mimar Sinan Dönemi” olarak da
adlandırılabilir. Sinan, İstanbul’da ilk külliyesini 1539’da Haseki
Hürrem Sultan için yapmıştır. Bu tarihten başlayarak 16. yüzyılın
sonuna değin Osmanlı mimarisine damgasını vuran bu büyük usta, her tür
yapıda çeşitli plan tiplerini ve örtü sistemlerini denemiştir. ılk
anıtsal yapısı sayılabilecek olan 1548 tarihli şehzade Mehmed
Külliyesi’nin camiinde, merkezi kubbenin çevresinde dört yarım kubbe
şemasını ele almıştır. Bu plan tipinde örtü sistemini taşıyıcı
elemanlarda denge sağlanmış, merkezi mekanda bir bütünlük yaratılmaya
çalışılmıştır. Ancak bu çapta bir kubbeyi taşımak için gerekli olan iri
payelerin arkasında kalan bölümlerin ana mekana yine de tam olarak
katılamadığı söylenebilir. Bu cami, genç bir şehzadenin anısına
yapılmıştır. Belki de bu nedenle taş süsleme ile hafif, adeta neşeli
bir görünüş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu durum minare gövdelerinde daha
iyi görülmektedir. Caminin piramit biçimindeki ana kitlesine çeşitli
yapı elemanları yoluyla bir hareket getirilmiş, taş süsleme ise tüm
sınırları belirleyici bir işlev kazanmıştır. Caminin haziresindeki
şehzade Sultan Mehmet Türbesi’nin dilimli kubbesi ve renkli taş
süslemeleri hareketli bir diş görünüm sunarlar. Türbenin çinileri ise
renkli sir tekniginin Osmanli sanatindaki son ve en zengin
örnekleridir. Geleneksel rumi ve hatai motifleri, geometrik desenler,
yazi frizleri tüm yüzeyleri kaplamaktadir. Bu çinilerde yrica
natüralist süslemeye geçişin habercilerini görmek de mümkündür.
Mimar Sinan’ın yarım kubbeli camileri arasında en başarılı olanı
kuşkusuz Süleymaniye Camii’dir. Cami aynı zamanda İstanbul’un en büyük
külliyelerinden birinin parçasıdır. Süleymaniye Külliyesi, gerek
yapılarının çokluğu ve kapladıkları alan, gerekse kentsel planlama
açısından büyük önem taşır. Külliye meyilli bir araziye yerleştirilmiş
ama yine de simetri uygulanmıştır. Haliç tarafından bakıldığında,
yapıların yerleştirilmesindeki ustalık hemen ortaya çıkar. Birbirinin
görünüşünü kapamayan yapılar, ortadaki cami ile birlikte tepenin
eğimine uygun olarak kurulmuştur. Caminin genel kitlesi piramidal
olmakla birlikte küçük kubbeler, ağırlık kuleleri ve payandalarla çok
çekici bir hareket sağlanmıştır. Süleymaniye Camii iki yarım
kubbelidir. Eksen üzerindeki yarım kubbeler ana kubbeyi desteklemekte,
bu da yanlardaki küçük kubbeler ve kemerlerden oluşan bir sistem ile
dengelenmektedir. Bu şema Ayasofya modelini akla getirir. Ama
Ayasofya’da hiçbir zaman sağlanamamış olan statik denge, Süleymaniye
Camii’ndeki en başarili özelliklerinden biridir. Bu arada, caminin
büyük depremler geçirmesine ragmen önemli bir hasara ugramadigini, oysa
Ayasofya’nın kubbesinde zaman zaman çökmeler ve büyük çatlamaların
olduğunu da hatırlamak gerekir. Süleymaniye Camii, süslemeleri
açısından yalın ve ağırbaşlı bir yapıdır. Kaliteli taş süsleme, gerek
mimarinin kendisinde gerekse mermer mihrap ve minberde dikkati çeker.
Kıble duvarının pencerelerindeki orijinal renkli camların bir kısmı
günümüze gelebilmiştir. Aynı duvarda çini de ölçülü bir biçimde
kullanılmıştır. Sıraltı tekniğinin erken örneklerinden olan çinilere
mihrap çevresinde rastlıyoruz. Bu çinilerde, 16. yüzyılın ikinci
yarısında çok görülen kabarık kırmızı renk ilk kez ortaya çıkmıştır.
Edirne’deki Selimiye Camii Mimar Sinan’ın başarılı sanat yaşamını
noktalar. 1575 tarihli yapı kentin yüksekçe bir yerindedir. Günümüzde
ise kent tarafından daha iyi görünebilmesi için önüne bir meydan
açılmıştır. Selimiye Camii’nin kubbesi de sekiz dayanağa oturtulmuştur.
Bu yapıda mekanın hemen hemen tümü tek bir kubbe altında toplanmıştır.
Bu örneğe, Osmanlı mimarisindeki en görkemli kubbe denilebilir.
Selimiye Camii, merkezi mekanın en başarılı örneklerinden biri olarak
dünya mimarlık tarihi literatürüne geçmiştir. Yapı yalnız Türk
mimarisinin değil, dünya mimarisinin de baş yapıtlarından biridir.
Caminin içinde ferah ve aydınlık bir atmosfer vardır. Süslemesinde ise
kalem işleri ve çiniler başta gelir. Portaldeki taş süsleme, aynı
zamanda mihrap ve minberde de kullanılmıştır. Çinilerde aşırıya
kaçmamaya özen gösterilmiştir. En güzel örnekler hünkar mahfilinde
görülür. Tüm Osmanlı sanatında meyvalı bir elma ağacı da yalnızca
burada bir çini panoya konu olmuştur. Selimime Camii, başkentten gelen
yoldan en iyi biçimde görülebilecek konumda inşa edilmişti. Kente
girişte adeta devletin gücü simgeleniyordu. Bu görünüm yakın zamana
kadar sürmüştür. Ancak, son yıllarda yolun kenarına yapılan bazı yüksek
binalar caminin bu görünüşünü büyük ölçüde engellemiştir. Günümüzdeki
düşüncesiz kentleşmeyi, dünyanın en başarılı yapıları arasındaki bir
eserin bugün aldığı konumla daha iyi görebiliriz. Sanat tarihi
öğreniminin başlıca amaçlarından biri, tarihi mirasın korunması
olduğuna göre, bu konuya dikkati çekmek yararlı olacaktır.


GEÇ DÖNEM OSMANLI MİMARİSİ

Mimar Sinan’ın ölümü ile Osmanlı mimarisinde “Klasik Dönem” diye
adlandırılan çağ kapanmış, ama bu büyük ustanın etkileri uzun süre
devam etmiştir. Bu etki, özellikle cami planlarında çok güçlü ve kalıcı
olmuştur. Mimar Sinan’ın şehzade Camii’nde geliştirdiği dört yarım
kubbeli sistem, birçok yapıda yinelenmiştir. Bunlar arasında en önemli
olanı Sultan Ahmet Camii’dir. I. Sultan Ahmed’in mimar Sedefkar Mehmed
Ağa’ya yaptırdığı bu külliye, Sinan’ı izleyen, onun ekolünü sürdüren
yapılar arasında en tanınmış örnektir denilebilir. Külliyenin merkezini
oluşturan cami, dört yarım kubbeli plan şemasının başarılı
uygulamalarından biridir. Yapının öteki camilerden ayrılan yönü ise
avlunun dört köşesinde ve caminin iki yanında birer olmak üzere altı
minareye sahip oluşudur. Caminin avlusu da ortasındaki şadırvanı ve
çepeçevre revaklarıyla klasik dönemdekilere benzer. Ancak ayrıntılarda
bazı farklar vardır. 17. yüzyılın ilk yıllarına ait olan bu yapıda
dikey hatların ön plana geçmeye başladıkları görülür. Süslemede klasik
motifler ele alınmış, ancak kompozisyon anlayışında bazı küçük farklar
belirmiştir. Caminin iç mekanı aydınlık ve ferahtır. Kubbenin çok iri
payelere oturtulmuş olması mekan bütünlüğünü az da olsa zedelemektedir.
Ama bu durum, aynı tipteki yapıların ortak bir özelliğidir. Sultan
Ahmed Camii çinileri açısından da oldukça zengindir. Çinilerin tümü
galeri biçimindeki üst mahfilin duvarlarını kaplamaktadır. 16.
yüzyıldaki örneklere göre daha değişik renkler görülür. Kırmızılar
kiremit rengine dönüşmüş, sırlar maviye çalmaya başlamıştır.
Kompozisyonlarda ise servi, bahar açmış ağaç motifleri büyük panolar
halindedir. Ayrıca, sonsuz düzende tekrarlanan motiflerin yer aldığı
bitkisel süsleme görülür. Natüralist üslupta çiçekler arasında lale,
karanfil, sümbül ve gül ön plandadır. Kapı ve pencerelerde ise yüksek
kaliteli ağaç işçiliği karışmıza çıkar. Bunlarda özellikle sedef ve
fildişi kakmalara yer verilmiştir. Yapının hemen yanındaki hünkar
mahfili bugün Halı Müzesi olarak kullanılmaktadır. Caminin yakınında
bulunan Sultan I. Ahmed’in Türbesi ise kare planlı oldukça büyük bir
yapıdır. Çinileri ve alçı üzerine yapılan “Malakâri” denilen
süslemelerinin yanında sedefli kapısı da dikkati çeker. Yapımına 1603
yılında başlanıp 1663’te bitirilen Eminönü’ndeki Yeni Cami, Osmanlı
mimarisinin en uzun sürede tamamlanan camisidir. Bu cami de dört yarım
kubbeli tipin bir örneğidir. Bugün Mısır Çarışsı adıyla tanınan arasta
aslında Yeni Valide Camii Külliyesi’nin bir parçasıdır. Bir yolla
ayrılmış olduğu için ilgi kurmak biraz güçtür ama Turhan Valide Sultan
Türbesi de külliyeye aittir. Caminin yanında ise belki de Osmanlı
hünkar mahfillerinin en görkemlisi yer alır. Başlıbaşına bir mimari
yapıt olan bu mahfil, çini ve sedef süslemeleri bakımından da önemli
örneklere sahiptir. Yeni Camii’nin içi Sultan Ahmet Camii ile aynı
planda olmasına rağmen bir hayli loıtur. Klasik döneme oranla dikey
hatlar artık gelişmeye başlamıştır. Yapının, özellikle de hünkar
mahfilinin çinileri, 17. yüzyılın ilk yarısına ait en zengin
koleksiyonlardan biridir. Bu çinilerde mavi renkler egemendir.
Kompozisyon bakımından çok zengin örnekler olmakla birlikte teknik
açıdan bir gerileme söz konusudur. Klasik dönemde, “Külliye” olarak
adlandırılan yapılar topluluğunun merkezini cami oluşturmaktaydı. 17.
yüzyılda ise merkezde cami yerine medresenin yer aldığı bir dizi
külliye karışmıza çıkar. Bunlar, sultanların değil de devlet ileri
gelenleri ve vezirlerin yaptırmış olduğu örneklerdir. Bu tipteki
külliyelerden biri de 1683-1690 yılları arasında yapılmış olan
Divanyolu’ndaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’dir. 18. yüzyıl,
Osmanlı sanatına Batı etkilerinin girdiği, başka bir deyişle
Batılılaşmanın başladığı dönemdir. Bu dönemde özellikle süslemede
Barok, Rokoko gibi Batı kaynaklı üsluplar görülür. Ama bu üslupların
Osmanlı sanatındaki uygulamasında geleneksel Türk motifleri ve yapı
tiplerinden vazgeçilmemiştir. Bu dönemde çeşme ve sebiller birden önem
kazanmıştır. Topkapı Sarayı yakınındaki III. Ahmet Çeşmesi, bu yüzyılın
başına ait tipik bir
örnektir. Çeşme ve sebil işlevlerini birlikte gören bu yapıda, Barok
üslupta taş süslemelerin yanı sıra 18. yüzyıl çinilerinden örnekler de
vardır. Bu çiniler, Tekfur Sarayı atölyelerinde Türk çiniciliğini
canlandırma denemeleri olarak yapılmıştır. Taş süslemede ise akantus
kıvrımları ve çiçekli panolar, Barok üslubun kıvrık hatlarını ve güçlü
gölge-ışık etkisini zengin bir biçimde yansıtırlar. 18. yüzyılın ilk
yarısında Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılan Tophane Çeşmesi’nde de
plastik görüntü veren zengin taş süsleme vardır. Mimari neredeyse
ikinci plana itilmiştir. Taş süslemede saksı içinde meyva ağaçları,
vazoda çiçekler zengin bir görüntü sunarlar. Bunların yanı sıra palmet
ve rumi benzeri motiflere de rastlanır. Ancak, artık klasik dönemin
çizgiciliğinden eser kalmamıştır. Klasik Osmanlı mimarisindeki plan
tiplerinin uygulanmasına 18. yüzyılda da devam edilmiştir. 1734’te
tamamlanan İstanbul’daki Hekimoğlu Ali Paşa Camii, böyle bir örnektir.
Bu yapıda da altı dayanaklı plan şeması ele alınmıştır. Planın klasik
döneme dayanmasına karışlık, üst yapıda ve süslemede farklı bir dönemin
özellikleri görülür. Yapının yüksekliği artmış, mimariye değişik
oranlar girmiştir. Bu arada klasik motifler de yeni bir anlayışla ele
alınmıştır. Mekan içeriden de hayli yükselmiş, böylece aydınlık bir
ortam yaratılmıştır. ıç süslemede Tekfur Sarayı atölyelerinde yapılan
çiniler karışmıza çıkar. Sırların mavimtırak bir renk alması, sarının
fazlaca kullanılışı bu çinilerin önemli özelliklerindendir. Nur-u
Osmaniye Camii ise mimaride Batılı üslupların belirginleştiği bir
yapıdır. Bu durum, daha planında dikkati çeker. Barok üslubun en
belirgin özelliklerinden biri olan oval formlar Türk mimarisinde pek
kullanılmamıştır. Ancak bu yapıda avlunun oval oluşu ile plana Barok
bir nitelik kazandırılmıştır. Barok özellikler yapının dışında da
kendini gösterir. Kıvrık yuvarlak kemerler, oval pencereler, “S”
biçimindeki payandalar bu türden ayrıntılardır. Zaten bu üslup, Türk
sanatında kendini daha çok ayrıntılarda hissettirmiştir. Oval plan,
yapının iç avlusunda da ilginç bir biçimde uygulanmıştır. Üslup
değişimlerinden en kolay etkilenen elemanlar olan sütun başlıkları ve
kemerler, doğal olarak bu yeni üslubun özelliklerini taşımaktadırlar.
Bu üslup değişiminden yapının portali de etkilenmiştir. Ana hatlarıyla
klasik portalleri andırmakla birlikte mukarnasın yerini almış olan
Barok kıvrımlı kavsara dolgusu, adeta “Türk Baroğu”nun simgesidir.
Caminin yanında hünkar mahfili, kitaplık gibi ek yapılar da vardır.
Yapı, çevresindeki dış avlu ile de Kapalıçarış’nın hareketli
görünümünden yalıtılmaya çalışılmıştır. Üsküdar’daki 1760 tarihli
Ayazma Camii’nde de Barok özellikleri mimariden çok ayrıntılarda
karışmıza çıkar. Yüksekçe bir yerdeki camiye daire planlı merdivenlerle
çıkılır. Bu, plana yansıyan tek Barok özelliktir denilebilir. Yapının
yalın dış süslemesinde en çok dikkati çeken ayrıntı, cephelerdeki
kabartmalardır. Bu kabartmalarda aleme benzer biçimler bulunmaktadır.
Caminin içinde ise minber ve vaaz kürsüsü hemen dikkati çeker. Biçim
bakımından klasik dönemdeki örneklere benzeyen minberin süslemesi ise
çok değişik bir üsluptadır. Eski örneklerde görülen geometrik
süslemelerin yerini, burada Barok kıvrımlar almıştır. Yeni üslubun bir
minber kompozisyonunda bile ana formda değil de ayrıntıda yer aldığı
görülür. 1763 gibi hayli ilerlemiş bir tarihte yapılmış olmasına rağmen
Laleli Camii’ndeki Barok üslubun çok çarpıcı olmadığı söylenebilir. Bu
yapıda da kubbenin sekiz dayanağa oturduğu klasik şema yinelenmiştir.
Barok özellikler kıvrık hatlar, dalgalı yuvarlak kemerler, pencereler
gibi ayrıntılarda karışmıza çıkar. Barok üslubun bu yapıdaki etkileri,
özellikle kubbeyi destekleyen “S” biçimindeki payandalarda görülür.
Yoldan bir hayli yüksek konumdaki Laleli Camii’nin altında büyük bir
arasta yer alır. Burası günümüzde de çarış olarak kullanılmaktadır. Bu
özelliğiyle yapı, “Fevkani” olarak adlandırılan yükseltilmiş camilerin
bir örneği durumundadır. 1778 tarihli Beylerbeyi Camii ise ahşap kubbelidir.
Yapı 1983 yılında bir yangın geçirmiş ama daha sonra onarılmıştır. Bu
yapıda da özellikle ayrıntılarda Batılı üslupların etkileri görülür.
Yangından hasar görmüş olmasına rağmen, caminin fildişi ve sedef
kakmalı ahşap minberi dikkate değer bir yapıttır. Çünkü erken Osmanlı
döneminden sonra minber yapımında ahşaptan vazgeçilmiş ve mermer tercih
edilmiştir. Beylerbeyi Camii’nin minberi, geç dönemdeki nadir ahşap
örneklerden biridir. Barok üslubun egemen olduğu dönemde yeni bir
külliye biçimi de ortaya çıkmıştır. Bir türbe sebilden oluşan bu
külliyelere tipik bir örnek, Fatih’deki Nakışdil Sultan Türbesi ve
Sebili’dir. 1818 tarihli bu yapıtta Barok ve Rokoko üsluplar bir arada
görülür. Duvarlar düzlemsi niteliklerini yitirerek, içbükey ve dışbükey
yüzeyler halini almışlardır. 19. yüzyıl başlarında ise bir üslup
karmaşası karışmıza çıkar. Bu dönemde Ampir, Barok, Rokoko ve klasik
Osmanlı üsluplarının hepsinin bir arada kullanıldığı yapılar bile
vardır. Tophane’deki Nusretiye Camii’nde ise Ampir üslup ağır
basmaktadır. Ampir, sözcük olarak “İmparatorluk Üslubu” anlamına gelir.
Esinini Yunan ve Roma gibi klasik üsluplardan alan bu anlayış, eski
Mısır biçimlerinden de etkilenmiştir. Napoleone Bonaparte zamanında
ortaya çıkan bu üslubu daha sonra Osmanlılar da benimsemiştir.
Nusretiye Camii’nde Ampir üslubun yanı sıra Barok üslup da
görülmektedir. Perde motifleriyle süslü korkuluk levhaları ve soğan
biçiminde kaideye sahip minarede Barok üslup egemendir. Nusretiye
Camii’nde oranlar da değişmiştir. Ana kitle ve kubbenin çok yüksek
olmasından dolayı minareler ince ve uzundur. Yapıda bu dönem
camilerinin ortak özelliği olan ferah ve çok aydınlık bir mekan
yaratılmıştır. ıç süslemesinde ise mihrap ve minberin yanı sıra kubbe
eteğini çevreleyen yazı kuşağı da dikkati çeker. Sultan IŞ. Mahmud’un
bulunduğu semte de adını veren türbesi, Ampir üslubun İstanbul’daki en
tipik örneğidir. 1840 tarihli türbe, bu özelliğinin yanı sıra sekizgen
planı ve kubbe ile örtülü olmasıyla klasik Osmanlı türbe şemasına da
bağlıdır. Bu yapıda ayrıntılarda karışmıza çıkan ve bir çeşit Batı
Neo-Klasiği olarak da adlandırılan Ampir üslup, ülkemize Batı’daki
biçimiyle yansımıştır. Türbenin cephesindeki palmet dizisi ise
Yunan-Roma sanatını yeniden canlandırmak isteği ile kullanılmış
motifler olarak sanatımıza girmiştir. 19. yüzyıl ortalarındaki Osmanlı
cami mimarisinin durumunu açıkça gösteren Ortaköy Camii ise ilginç bir
örnektir. Tek kubbeli yapı, aşırı ölçüde saydam bir nitelik
kazanmıştır. Duvar yüzeyleri parçalanmış, adeta yok olmuştur. Yapının
dışında da düzlem olarak nitelenebilecek bir bölüm kalmamıştır. Bu
nedenle de caminin içi çok aydınlıktır. Yapı adeta deniz manzaralı bir
saray pavyonu gibidir. Renkli taş minber dönemin karakteristik formunu
taşımaktadır. Kubbe içinde ise, havali bir mimari görünüm veren renkli
nakışlarla güçlü bir derinlik izlenimi yaratılmıştır. Ortaköy Camii ile
aynı yıllara ait olan 1853 tarihli Dolmabahçe Camii ise daha ağırbaşlı
bir görünüştedir. Batı sanatının klasik motifleri, bu yapıda da
karışmıza çıkar. Ampir üslubun egemen olduğu bu camide çok aydınlık ve
dışarıya açık bir mekan yaratılmıştır. ıç mekanın insana ferahlık veren
bir görüntüsü vardır. Caminin minberinde kakma tekniğinde renkli mermer
süsleme bu dönem için karakteristik bir durumdur. Yapının minaresi de
antik sanattan alınmış bir eleman gibidir. Bu minare adeta başlığıyla
birlikte kullanılmış bir korint sütununu andırmaktadır. Bu tarihlerden
sonra Osmanlı sanatında bir “kendine dönüş denemeleri” dizisi
izlenebilir. Batı Neo-Klasiği yerine Türk Neo-Klasiği uygulanmaya
çalışılmıştır. Ama bunun ne dereceye kadar başarılı olduğu
tartışılabilir. İstanbul Aksaray’daki 1871 tarihli Valde Camii bu
akımın öncülerinden biridir. Bu yapıda birçok üslup bir aradadır.
Özellikle dış süslemede Batı sanatının Gotik üslubundan, Kuzey
Afrika’nın Mağrip üslubuna kadar akla gelebilecek hemen her türden
ayrıntı göze çarpmaktadır. Ancak buradaki sivri ya da atnalı kemerler,
uzak ülkelerin sanatının bir kopyası olarak değil de, olasılıkla iyi
anlaşılamamış bir İslam sanatı Neo-Klasik denemesi biçiminde ortaya
çıkmıştır. Yapıda pek iyi araştırılmadan denenmiş rumili süslemelerin
varlığı, bunu düşündürmektedir. Bu ilk denemelerden sonra Türk
Neo-Klasik üslubu daha bilinçli bir biçimde yaratılmaya çalışılmıştır.
Ancak oranların farklılığı, kemer ve benzeri yapı elemanlarıyla süsleme
motiflerinin tam anlaşılamaması, ortaya yanlış uygulamaların çıkmasına
neden olmuştur. Örneğin sivri kemerler, Gotik ya da atnalı biçimindeki
Mağrip kemerlerini andırmaktadır. Bu dönemin başarılı yapıları
arasında, 20. yüzyılın başlarında mimar Kemalettin tarafından yapılan
Bebek Camii sayılabilir. Ulusal akım, yine aynı mimarın eseri olan
Eyüp’teki Sultan V. Mehmed Reşad Türbesi’nde de Osmanlı klasik
döneminden alınma motiflerle sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu dönemin
birçok yapısında olduğu gibi burada da çini süslemeye ağırlık
verilmiştir. Türbenin içini süsleyen Kütahya yapımı çini panolar, eski
örneklerdeki desenlerin kopyalarıdır. Bu kopya etme o boyuttadır ki,
insan dikkatli bir çalışma ile ele aldığı panonun hangi eski yapıdaki,
hangi çiniden alınmış olduğunu kolayca anlayabilir. Bu tutum Cumhuriyet
döneminde de sürmüştür, ancak pek başarılı olunamamıştır. Çünkü söz
konusu olan yaratma değil, eskinin bazen de pek iyi anlaşılmadan
yapılmış kopyasıdır. Ulusal mimari akımı, Cumhuriyet döneminde de bir
süre devam etmiş ve yerini uluslararası betonarme mimariye bırakmıştır.
Son yıllardaki klasik Türk mimarisi tarzındaki çalışmalar ise daha çok
sit ve çevre koruması amacıyla yapılmaktadır.
















__________________
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Başlangıctan Fatih dönemi sonuna kadar osmanlıda mimari
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Köye Yöneliş Dönemi
» Mimari Proje Çeşitleri ve Açıklamaları
» Rönesans’ta Mimari
» Mimari Proje çizim Ve Sunuş Standartları
» İç Mimari ve Mimar Proje

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
|Refleks|-Oyun,Tasarım,Film,Program,Tek link,İndir :: Eğitim E-Book :: Mimarlık-
Buraya geçin: